MUTLULUK, MUTSUZLUKLA SAVAŞMAKTIR

Geçtiğimiz günlerde bir danışanım bana “Mutluluk nedir?” diye sorduğunda önce duraksadım. Düşüncelerim tıkanmış gibiydi, cevabım gecikti. Yalpalayarak birkaç kelime söyledim. Ama sonraki saatlerde bu sorunun ağırlığı peşimi bırakmadı. O gece bu soru içimde yankılanmaya devam etti; kendi iç sesimle değil, yüksek sesle düşünmeye başladım. Üniversite yıllarımda tartışma dersleri için tuttuğum eski bir defteri açtım. Sararmış sayfalardan birinde şöyle yazıyordu: “İnsanın kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde olması, yaşamdan tat alması ve anlamlı bulduğu bir hayat sürmesi.” Ne kadar yalın ama derin bir tanım!

Ancak beni asıl duraklatan, birkaç sayfa sonra altını çizdiğim şu cümle oldu: "Mutluluk, Mutsuzlukla Savaşmaktır." Bu sözün içine düştüm. Sanki anlamlandırmaya çalıştıkça sarhoş oldum.

İnsan neden mutsuz olur? Çünkü onu mutsuz eden etkenler vardır: eksiklikler, dışlanma, yoksunluk, baskı, yalnızlık ve hayal kırıklıkları. Dolayısıyla mutluluk, bu etkenleri görmezden gelerek değil, onlarla yüzleşip mücadele ederek başlar. Viktor Frankl’in anlam arayışı yaklaşımında olduğu gibi, mesele başımıza ne geldiği değil; bizim ona nasıl karşılık verdiğimizdir.

Bu düşünce hayatın farklı alanlarında da geçerlidir. Filolog ve tercüman kimliğimle çalışırken tanıştığım pek çok insan, yurt dışına çıktıklarında dil bilmedikleri için kendilerini yetersiz ve mutsuz hissettiklerini anlattı. Ancak bu durumu kabullenmeyip dili öğrenenlerin, yaşadıkları ülkelerle daha sağlıklı bağlar kurduklarını; kendilerini daha güçlü ve huzurlu hissettiklerini gözlemledim. Çünkü insan, edilgen kaldıkça mutsuzluğu kabullenir; harekete geçtikçe ise onu aşar.

Modern çağın baskısı, insanı başkalarının beklentilerine uymaya zorlar. Derler ki, modern insanın en büyük trajedisi reddedilmesi değil, kabul görmek için kendini bükmesidir. Ne yazık ki ‘beğenilmek’, ‘uyum sağlamak’, ‘sevilmek’ ya da ‘kabul görmek’ uğruna bireyler kendi öz benliğinden, değerlerinden ve doğallığından vazgeçebiliyor. Oysa reddedilmek öldürmez; ama sırf kabul görmek uğruna kendin olmaktan vazgeçmek, insanı içeriden çürütür. Kimliğin yerine maske yerleşir ve bu da derin bir boşluk yaratır.

Örneğin Mehmet’in hikâyesi... O duygusal ve hassas bir adamdır. Ancak sevgilisi, güçlü ve soğukkanlı erkeklerden hoşlandığını söylüyor. Mehmet ise sevilme uğruna kendi doğasından, isteklerinden, duygularından vazgeçiyor. Bu sefer sevgilisi, onun maddi durumu, ailesi ve arkadaş çevresi hakkında ağır ve iğneleyici sözler sarf ediyor. Mehmet tartışmamak için susuyor, sırf yanında kalabilmek için kendini inkâr ediyor. Sevilse bile, kendini gizlediği ve duygularını bastırdığı için içten içe hep yalnız kalıyor.

Kabul görme arzusu sadece bireysel ilişkilerle sınırlı değil; millî ve kültürel kimlikler üzerinden de sıkça yaşanıyor. En sade örnek: – Nerelisin?

– Diyarbakır.

– Olsun...

Bu karşılık bile küçültücü bir yargının örtük halidir.

Ya da daha ağır ifadeler:

– Kürt’ten evliya sokmam avluya.

– Kürtler ve köpekler giremez...

Bu söylemler yalnızca bireysel cehaletin değil, sistematik dışlayıcılığın ve toplumsal hafızaya kazınmış ayrımcılığın dışavurumudur. Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramıyla ifade ettiği gibi, bu tür sözler kişiyi yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal bir baskı altına alır. Ne yazık ki bu zihniyet, insanın anlamlı bir yaşam arzusunu zehirler.

Tatlı su Kürdü olmayı reddeden, kimliğini saklamayan insanlar bu sistemin en sert darbelerini alıyor. Tanıdığım pek çok kişi, yıllarca yaşadıkları şehirlerde her sokak köşesinde güvercin tedirginliğiyle yaşadıklarını anlattı. Sürekli diken üstünde, hep tetikte... Bu görünmeyen gerilim hattı zamanla insanı ya içe kapatıyor ya da kaçışa sürüklüyor. Nitekim birçok kişi bu yüzden yurt dışına yerleşti. Aradıkları şey yalnızca fiziksel güvenlik değil, aynı zamanda kimliklerinin kabul gördüğü bir varoluş alanıydı.

Dersim Ve Dağ Klamları İle Yılmaz Çelik
Dersim Ve Dağ Klamları İle Yılmaz Çelik
İçeriği Görüntüle

Mutluluk, pasif bir huzur hali değil; yüzleşmek ve gerekirse savaşmaktır. İnsan, kendi benliğini koruyabildiği ölçüde huzur bulur. Bu mücadele kimi zaman kendini eksik gördüğü bir noktada gelişmekle – örneğin dil öğrenmekle – kimi zaman sevildiği hâlde kendine ihanet etmemekle, kimi zaman da kimliğini saklamadan yaşamakla mümkündür.

Fakat şu soru, tüm anlatıların gölgesinde yankılanmaya devam ediyor:

Gerçekten de coğrafya kader mi?