Birsen Güneş'in bugünkü köşe yazısında, ' Bir Kadının Sessizliğinde Toplumun Yitirdiği Dil ' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Bir Kadının Sessizliğinde Toplumun Yitirdiği Dil
Yoksulluk yalnızca temel ihtiyaçlara ulaşamamak değildir; insanın kendi sözüne, kendi cümlesine ulaşamaması, toplumsal alanda var olamaması ve karar mekanizmalarının dışında bırakılmasıdır. Kadın yoksulluğu yalnızca maddi eksiklikle sınırlı kalmaz. Bu yoksulluk, kadının kendi dilinden, kimliğinden ve hafızasından uzaklaştırılmasıyla derinleşir. Kendi sesine ulaşamayan, sözcüğü ve eylemi duyulmayan, emeği görünmeyen kadın; çok katmanlı bir yoksunluğun yükünü taşır. Bu nedenle kadın yoksulluğu yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda kültürel, dilsel ve düşünsel bir dışlanmışlıktır.
Kadın, hem kendine ait sezgisel, doğayla uyumlu, bedeniyle ve hafızasıyla örülü dilinden uzaklaştırıldığında hem de tarihsel belleğini taşıyan anadilinden koparıldığında yalnızca kelimelerini değil, yaşamla kurduğu bağın en derin damarlarını kaybeder. Oysa dil, yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bilgiye, haklara ve kamusal alana erişimin de anahtarıdır. Bugün resmi kurumların dili, yani devletin dili, eğitim imkânlarına erişemeyen kadınlar için çoğu zaman erişilmesi güç, yabancı ve dışlayıcı bir araçtır. Eğitimde, sağlıkta, adalette ve sosyal hizmetlerde kullanılan bu tek merkezli dil, çokdilli ve çokkültürlü toplum gerçeğini görmezden gelerek, başta yoksul kadınlar olmak üzere insanları sistemin dışına itmektedir.
Dolayısıyla sosyal hizmetlere erişim, sağlıklı ve yeterli bilgiye ulaşım konusunda ciddi bir bariyere dönüşür. Dil bilmemek, anadilinde konuşamamak ya da kendine ait bir dilin tanınmaması; kadınların hak talebinde bulunmasını, kamu kaynaklarından faydalanmasını, hatta kendilerini tanımlamasını bile engeller. Bu durumdan en çok yoksul kadınlar etkilenir; çünkü yoksulluk, dil bariyerini daha da kalınlaştırır, kadın ve yaşam alanları arasındaki mesafe derinleşir. Onları dinleyen, anlayan bir zihin olmadığı için hem sisteme ait olmama hem de sistemin dışına çıkamama çilesi başlar.
Dil bariyeriyle birlikte bölgesel ve kültürel farklılıkların da göz ardı edilmesi, kadınların sosyal ve ekonomik fırsatlara erişimini neredeyse imkânsız hale getirir. Böylece dil, kadının toplumsal varlığını şekillendiren değil; onu susturan, dışlayan ve görünmez kılan bir baskı aracına dönüşür.
Kapitalizmin var olan sirkülasyonu ile yoksulluğun içine itilmiş, kentin dışına atılmış kadınlar yalnızca fiziksel olarak değil; aynı zamanda dilsel ve düşünsel olarak da merkezin dışına itilmişlerdir. Konuşmak, anlatmak, dinlenmek onlar için bir hak değil, neredeyse unutulmuş bir refleks haline gelmiştir. Oysa kadının kendine ait bir dili vardır — toprağa, doğaya, sezgiye, bedene, emeğe dayalı bir dil bu. Ve aslında tüm diller, yaşamla ilk teması kuran, ilk sözü fısıldayan, ilk ninniyi mırıldanan kadının yaratımından doğmuştur. Kadın, dili yalnızca iletişim için değil; yaşatmak, iyileştirmek, bağ kurmak ve direnmek için kullanmıştır. Ancak bu kadim dil zamanla bastırılmış, yok sayılmış, hatta kadınların kendisine bile unutturulmuştur.
Üstelik kadınlar yalnızca bu yaratıcı dilden değil, aynı zamanda anadillerinden de koparılmışlardır. Anadiliyle düşünemeyen, hissedemeyen, anlatamayan bir kadın sadece bir sözcük dağarcığını değil; aynı zamanda bir belleği, bir kültürü, bir benliği de yitirir. Böylece kadın, hem doğasına içkin olan yaratıcı dilinden hem de kültürel aidiyetini taşıyan anadilinden uzaklaştırılarak, başkaları tarafından inşa edilmiş, yabancı ve erkek egemen bir dilin içine hapsedilmiştir. Bu dilde kadın için ne yer vardır ne de yankı. Çünkü burada söz, güçle ölçülür. Ekonomik üretim ve tüketim döngüsüne dahil olmayan bir kadının sözü; görülmez, duyulmaz, kayda alınmaz. Böylece kadın yalnızca yoksul bırakılmaz; aynı zamanda derin bir yoksunlukla, dilinden, ifadesinden, görünürlüğünden, varoluşundan koparılır.
Doğayla var olan, doğayla kendini bütünleştiren, yıldızlarla konuşan, göğe seslenen; evrene yaydığı enerjiyle yaşamını şekillendiren ve güzelleştiren bir dil vardır. Bu dil, kadına ait bir dildir. Ancak bu dilden korkuldu; çoğu zaman “cadı dili”, “büyü dili” ya da “kocakarı dili” olarak yaftalandı. Oysa bu “cadı dili” dedikleri, aslında kadının doğayla kurduğu sezgisel bağın, şifa bilgisinin ve içsel sezinin dilidir. Korkulan, kötü olan değil; özgür ve kontrol edilemeyen bir kadın bilgisidir. Kitaba, kaleme, deftere sahip olmayan bir dildir bu. Sezgidir, histir; doğayla konuşmanın, tüm canlılarla bağ kurmanın dilidir kadın dili…
Tıpkı rüzgâr gibi; öfkelenen, hırçınlaşan, sakinleşen… Bulut gibi, nerede yağmura dönüşeceği bilinen bir dil. Kendi seslerini kaybetmiş, hatta kendi sesine sahip olduğunu bile unutmuş kadınların dilidir bu. Kendi diline, kendi sözcüğüne kavuştuğunda bile çoğu zaman bu sözü duymayan, duyamayan bir toplumsal yapı vardır karşısında.
Tarihsel ve kültürel belirlemelerin içinde kendi özgün mücadelesini vererek, kendi sesine, sözüne, cümlesine kavuşmuş kadını yok sayan bir anlayış hâkimdir. Bu anlayış, kadının bir sese sahip olduğunu inkâr eder. Politikalar ise; görüntüde kadın olan ama sesi başkasına ait bireyler üretir. Bu, başkasının sesiyle, başkasının sözüyle, başkasının kurallarıyla konuşan bir dile dönüşür. Bu, kadına ait olmayan bir dildir. Sesi başka renge boyanmış, içeriği kadından koparılmış bir dildir. Kadınların sözleri de eylemleri de görünmez kılınmıştır.
Kendi dilin içinde suskunlaşan kadın; bazen bir ninnide, bazen ekmek yoğururken sessizce dökülen bir iç çekişte, bazen de göz göze gelişte yankılandı. Kadınlar, konuşmaları engellense de birbirlerini anlamaktan hiç vazgeçmediler. Sessizliğin içinde kurulan bu dil; bazen bir dokunuş, bazen bir bakış, bazen de aynı acıya birlikte katlanmanın sessiz ortaklığıyla aktarıldı. Çünkü kadın dili yalnızca sözcüklerden değil; sezgiden, duygudan, bedenden ve hafızadan oluşur. Onun benzeri doğası bu dili anlıyor, yorumluyor. Ancak onun gibi olanlar (aynı deneyimleri, aynı dili taşıyanlar) bu dili anlayabiliyor ve yorumlayabiliyor.
Kadının kendi benzersizliğiyle, içinden geldiği gibi, gerilimsiz ve kaygısız konuşabildiği; başkasının hükmünün, yargısının ya da müdahalesinin işlemediği bir konuşma… İşte bu, kadına ait dildir.
Ve bu dil, her türlü yok sayılmaya rağmen hâlâ toprağın altında gizli bir su gibi akar.
Yeter ki onu yeniden duymaya, görünür kılmaya cesaret edelim.
Yeter ki kadının sözünü yeniden söze katalım.
Bu, sadece kadınların değil; toplumun tamamının dilini iyileştirecek bir başlangıç olacaktır