Mehmet Nuri Özdemir bugünkü köşe yazısında, 'Çokluğumuz’un Neşesini Uğurlarken' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Çokluğumuz’un Neşesini Uğurlarken
Gece geç saatlere kadar yaptığımız buz gibi politik analizlerden sonra etraf geri çekiliyor, gece tüm şiddetli yalnızlığıyla otoriteye el koyuyor, sesizce akıyor göz yaşlarımız. Kendi acısından çok bir başkasının acısına üzülmeyi ilke edinmiş bir halkın evlatları olarak, bir başka halkın evladının ömrünü “bizler” için feda etmiş olmasının ağır yükü altında daha fazla dayanamıyoruz. Geride bize kalan, ödenen bir borç değil, boğazımıza kadar borca battığımız bir hakikat…
Muhtemelen bir sanat öznesi olarak yaşayabilirdi ya da 12 Eylül’ün işkencelerinden sonra rutin hayata dönebilirdi. Ancak olmuyor, nerde beklenirse orda olması gereken büyük serüvencilerin izini takip ediyor.
Halkına borçlu olarak gidenlerin mirasını taşımaktan yoruldu narin bedeni. Akış kesintiye mi uğruyor, yol mu değiştiriyor, tam kestiremiyoruz. Yoksulluğa, tutsaklığa, iç boş kof yalana dolana, iki yüzlülüğe karşı daha güçlü mevzileniyor sanki. Belli ki kesik gülüşler, uzun boylu sadakat, kesintisiz fedakarlıklar yetmiyor barışa, yaşamaya, yaşatmaya… Upuzun bir yol oluyor her şey.
Arkadaşlarla yürüyoruz gecenin bir vakti Diyarbekir Dağkapı meydanında. Gidenlerden geriye 12 Eylül yalnızlığı gibi ağır bir gece kalıyor. Gülmek o kadar da gülmek değilmiş meğer, onu öğrendik bu zehir zemberek gidişlerden. Biz güldükçe birilerinin eridiğini bilmek keskin bir bıçak gibi saplanıyor bedenimize. Bir süreliğine gülmekten men etmeliyiz belki kendimizi bu hakikaten sonra. Kederi, borçlu yaşamayı ve hüznün yükünü daha fazla üstlenmeliyiz belki.
“Nasıl yazmalı ki silinip gitmesin!” Aynı anda Kürdün ve Türkün yükünü omuzlamak zordu. Yükün ağırlığı değil sorun, yükü taşımanın anlaşılmaması, belki de yükten daha ağır. O an Ahmet Telli’nin sesi yankılanıyor Ben u Sen küçelerinde.
Büyük aşklar yolculuklarla başlar ve serüvenciler düşer bu yollara ancak.
Onlar ki dünyanın son umudu, soyları tükenen birer çılgındırlar diyor gençliğimizin şairi Telli…
Modern zamanları alt üst eden bir meydan okumadır bazı insanların bu dünyadan geçişi; tüm geçişlerin bileşkesi gibi; hakikate ulaşmak için yola tuzaklanan bataklığın üzerinden inşa edilen köprü gibi.
Son yolculardan biri olabilir o. Son trene yetişebilmenin onurunu, haysiyetini alıp götürenlerden. Yolun kendisi olmanın bilinciyle, inatla yola revan olanlardan.
Ölüm ve yaşam arasında incelen kanlı bir yırtık içinde yaşamaktı onun ömrü. Yırtılan çoktan yırtılmış, kanayan çoktan kanamıştı oysa. Modern makinelerden, tıp cihazlarından saçılan sonuçlar, ikazlar, alarmlar gecikmiş soğuk bir selam gibiydi sadece.
Cemal Süreyya’nın Ahmet abisini hatırlıyoruz.
”Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.”
Ve senden sonra gördün mü bak dağılmış pazar yerleri gibiyiz.
Dicle nehrinin üzerinden geçerken Nazım’ın sesi yankılanıyor.
Güneşe akın var diyor Nazım. Ölenler dövüşerek öldüler; güneşe gömüldüler. Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Bi dur be Nazım usta; acımız tap taze. Yasımızı tutmak istiyoruz; zira dövüşmek her dem, yas bir kez olur.
Dicle’nin kıyısında bir nehir kenarına bırakılan Vedat’mızın yalnızlığını, nice isimsiz kahramanın hüznünü hatırlarken, bir an Nietzsche gibi insanlık hataları karşısında bir atın boynuna asılıp hüngür hüngür ağlamak istiyoruz. Prost gibi gencecik yaşta nefessiz kalmanın aceleciliği, Che’nin bir bahar kelebeği gibi o daldan bu dala, o ülkeden bu ülkeye koşturan hesapsız telaşı… Nedir bu iyilerin aceleciliği, belki de hiç bir zaman anlamayacağız Denizlerin, Mahirlerin, Mazlumların, Ferhatların aceleciliğini… Sır değil artık bu acelecilik, bir hakikat oluyor Dağkapı’da hüzünlü dolaşan bizimkilerin…
Gecenin bir vakti bir şeyler yapamamanın çaresizliğinin ortasında, çaresizliği kuvvetli gülümsemelerle karşılamış olmanın hüznüyle uzun bir yürüyüş oluyor her şey. İlk defa seni düşünürken içimizden gelmiyor gülmek.
Thik thank aklına karşı halkın içinde hesapsız atan kalbinle Kandil’e uzanan barış yolculuğunun onurunu taşıdın sen. Bu onur senindir. Sonra Viranşehir’de bir çay içer, Kızıltepe’de berbere uğrarız. Nusaybin ile Qamışlo arasında bir mısra olur, Cizre Newroz’una katılırız. En son Habur’a dayanır, ordan barışa doğru yol alırız. Be kardaşım biter mi senin yolun…
Durgun bir su gibi aktı mı yaşamak ve zaman uysal bir kısrak gibi dinginleşti mi anısız kalınmıyor artık ne yapılsa.
Kuşatıyor yolları, aşkı ve ömrü bekleyişleri kemiren çakal sesleri…
Oysa bütün köprüler yakılmalı ayrılıklar vakti ve herhangi bir şeyle eşit olmaksızın yollara düşmeli habersiz ve sessiz.
Çürük bir diş gibi kanırtıp kentleri, dünyanın ağzını kanlar içinde bırakmalı.
Soluk soluğa yaşadı kentleri, aşkları.
Bağlanacak kadar kalmadı hiçbirinde.
Pervasız bir acemi, bir çılgın, soyu tükenen bir bilgeydi belki…
Yollar kesişecek mutlaka. Henüz gezegenimizin üzerinde yaşayan insanlık tarihinin yükünü taşıyorken sen, Selahattin hücresinde öfkelenecek bu zamansız gidişe, Başkan “bu umut asla yarım bırakılamaz” diyecekti.
Nerden, ne zaman yola çıktığımızı biliyoruz. Nerede yollarımızın kesileceğini de. Yolun nerede biteceğini ise hiç birimiz hiç bir zaman bilmeyeceğiz. O zaman yol olmak, yolda olmaktır asıl olan.
Benjamin gibi, Bloch gibi, Garcia Lorca gibi kurşuna dizildiğini kabul ediyoruz. Seni ancak böyle uğurlayabiliriz. Öfkeliyiz! Öfkelenmezsek ihanetle lanetleniriz. Bu defter asla kapanmaz, bunu sen de biliyorsun. Ama meraklanma! Doğaya, insana, ezilene, sömürülene, ötekileştirilene gözümüz gibi bakacağız; eziyet edenlerin üzerinde olacak iki gözümüz! Tüm stratejik kurnazlıkların çöktüğü bir dünyayı, hepimizin eşitlendiği bir zamanı mutlaka ama mutlaka armağan edeceğiz senin yoksul mahallelerine, özgürlüğe susamış halklarına, komünden geriye kalan inançlarına, yan yana omuz omuza yürümekten asla vazgeçmeyecek tüm yoldaşlarına…
Günün sonunda buluşacağız o büyük meydanda. Burhan Karadeniz uzak ülkelerin yalnızlığından seslenecek bize…
Bir rüzgâr esecek, kendimizi bulacağız.
O rüzgâr esince hazine bulmuş gibi olacağız.
Küskünler, kırgınlar, kaçaklar, yorgunlar, umutsuzlar, romantikler, bıkkınlar birbirine açılan ayrı sokaklardan çıkıp o büyük meydanda buluşacağız…
Herkesin dudağının kenarına bir gülüş bırakan, gidenlerin bilincini taşıyan çokluğumuzsun sen.
Baba İshak’ın armağanı, neolitiğin, nanın ülkesinde su vermeyen zihniyeti evcilleştirmekle ömrünü harcayan bilgesin.
Su verecekler mi bilmiyoruz; ancak sular herkesindir bunu en iyi sen biliyorsun.
Ne desek, eksik kalıyor.
Sözcükler büyüsünü kaybediyor sanki; büyüsü sende kalsın tüm sözcüklerin.
Bir devrimci geçti bizim buralardan…
Yoksul, güler yüzlü, mülksüz, umutlu, iyimser…
Bir devrimci geçti bizim buralardan, yatıya kalan misafir gibi kibar ve sakin…
Yolu bilen son yolculardan, ince, derin, elle tutulmayan, eriyen buz gibi…
Bir yürüyüş geçti bizim buralardan.
Yolun açık olsun.
Deniz’e, Mazluma’a nefes, Dörtlere su ol.
Mehmet Uzun’a ülke, Yaşar Kemal’e barış adası ol.
Mehmet Sincar’a siper, Orhan Doğan’a serin bir Akdeniz rüzgarı ol.
Yılmaz’ın trenlere zorla bindirilen, sürgüne gönderilen yoksul halkı,
Tahir’in yurt aşkı,
Hrant’ın ürkek güvecinleri,
Ahmet Kaya’nın sitemi,
Başkanın kesintisiz umudu sana yoldaş olsun.
Aşk olsun! Bin kez aşk olsun!