Birsen Güneş'in bugünkü köşe yazısında, ' Dünya düzeninin, insanlığın ve vicdanın ayaksız kalan hâli ' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Dünya düzeninin, insanlığın ve vicdanın ayaksız kalan hâli
Diyarbakır’da sosyal yardım kuyruğunda bekleyen bir kadının kucağında, 3 yaşında bir çocuk ağlıyordu.
"Neden ağlıyor?" diye sordum.
"Yere inmek istiyor," dedi annesi.
"İndir o zaman," dedim.
"İndiremem," dedi sessizce. "Ayakkabısı yok..."
Bu cümle, zihnimde uzun süre yankılandı. Ayakkabısı olmadığı için yere basamayan bir çocuk... Sadece toprakla değil, hayatla da temas edemeyen küçücük bir beden. O an anladım ki, yoksulluğun en sessiz çığlığı çocuğun ayağındaydı.
Ama o ses yalnızca Diyarbakır’ın bir sokağından yankılanmıyordu. Savaşın sınır çizdiği başka ülkelerde, bombalar arasında kaçarken ayakkabısını kaybeden başka çocuklar... Üç yaşında… Toprağın soğuk yüzüne çıplak ayakla basan çocuklar… Her adımıyla hem donan hem büyüyen çocuklar…
Savaşın resmi daima silahlarla çizilmez. Bazen bir çift ayakkabının yokluğu kadar sessizdir.
O çocuklar yalnızca yalın ayak değildir; dünya düzeninin, insanlığın ve vicdanın da ayaksız kalan halidir. Üç yaşında bir çocuk, toprakta yürüyor ama kimse duymuyor. Çünkü ekran başındaki liderler, strateji haritalarında yer değiştiriyor. Ama haritada o çocuğun ayak izleri yok.
Üç yaşındaki bir çocuk, en yoğun motor gelişim dönemindedir. Koşar, zıplar, tırmanır, oyuncaklarla dünyayı anlamaya çalışır. Bu dönem yalnızca hareket değil; öğrenmenin, sosyalleşmenin, zihinsel kapasitenin temellerinin atıldığı evredir.
Oyun alanı olmayan, dışarı çıkamayan, ayakkabısı ve oyuncağı bulunmayan bir çocuk yalnızca gelişimden değil, yaşam hakkından da mahrumdur.
Kadınlar...
Onlar da bu savaşın içinde, hem de en derininde. Gökyüzünü yırtan bombaların sesi kadar, içlerinde sessizce patlayan başka bir savaşla yaşarlar. Bir yanda açlık, bir yanda korku, bir yanda çocuklarının titreyen elleri...
Ayakkabısız çocuklarını kucaklarında taşırlar. Ne toprağa ne zamana ait olurlar.
Ama bilirler… Savaş yalnızca ülkeler arasında yaşanmaz.
En çok da mutfakta, sokakta, sınırlarda, kamplarda, çocukların gözyaşını silerken yaşanır.
Savaş ve yoksulluk, bazen bir annenin çocuğuna "Ayağına küçülmesin," diye bir numara büyük ayakkabı almasıdır.
Ama ya o ayakkabı hiç alınamamışsa?
Bir annenin, çocuğunun kıyafeti yırtık diye dışarı çıkamamasıdır.
Ayakkabısı olmadığı için bir misafirliğe gidilememesidir.
Gidilen bir evdeki oyuncaklara uzanan küçük bir elin, sonra eve dönüp "Bana da alır mısın?" diyen gözlerle bakmasıdır.
Ve o isteğin çaresizlikle karşılanamayışı... Savaşın en derini...
Bu çocuklar sessizce büyür.
Ve biz, büyüdüklerinde neden öfkeli, neden içine kapanık, neden dünyaya yabancı olduklarını anlamaya çalışırız.
Oysa cevap yerdeydi.
Ayakkabısı olmayan bir çocuğun basamadığı topraktaydı.
Bu sadece bir ihtiyaç eksikliği değildir.
Bu bir kopuştur.
Hayattan, yaşıtlarından, oyundan, gelişimden, hatta bazen sevgiden...
Çocuk yoksulluğu, bugünün değil, geleceğin krizidir.
Çünkü yoksulluk yalnızca karın doyurmazsa değil, çocuk yere basamazsa da büyümez.
Bir çift ayakkabı, bir oyuncak, bir temiz kıyafet bazen bir çocuğun hayata tutunmasını sağlar.
O yüzden bu mesele yalnızca sosyal yardım değil; bir adalet, eşitlik ve çocuk hakkı meselesidir.
Yoksulluğun sesi bazen bir çocuğun yere basamayan ayağındadır.
Bazen oynayamadığı oyuncakta, bazen de annesinin utançla yere indirmediği bakışlarında...
Bir çift ayakkabı, bir çocuğun sadece ayağını değil, umudunu da yere bastırabilir.